kızlarla sohbet bayanlarla sohbet sohbet evli sohbet Unutulmaya yüztutmuş eski Türkçe kelimeler

 Ortam.Gen.TR Paylaşım Platformu

Unutulmaya yüztutmuş eski Türkçe kelimeler

Başlatan insomnia, Ara 20, 2019, 02:33 ös

« önceki - sonraki »

insomnia

Ara 20, 2019, 02:33 ös Son düzenlenme: Ara 20, 2019, 02:37 ös insomnia
Şu an çoğu kişinin anlamını bilmediği belki de hiç duymadığı unutulmaya yüz tutmuş birçok kelime var. Günümüzde sık kullanılmasa da geçmiş dönem romanlarda, şiirlerde veya köşe yazılarında sık rastlanılan Leblebitozu tarafından derlenen eski Türkçe bazı kelimeler ve örnek alıntılar...

Mültefit: Güler yüz gösteren, hoş davranan


"Deminki o nazik ve mültefit maskeler birdenbire düşmüş, yerini asıl yaratılışın iğrenç çizgileri almıştı. Şimdi artık dost ve ahbap yoktu, sadece zarara sokulmuş insanlar vardı, evvela ümitlerinde aldatmış, sonra da paralarını almış olduğum insanlar..." (Geçmiş Zaman Elbiseleri, Abdullah Efendinin Rüyaları, Ahmet Hamdi Tanpınar)

Behemehal: Kesin olarak, kesin bir biçimde


"Ertesi günü Eyüp'ü ziyaret ediniz, Haliç'e nazır mezarlıklar arasına çömelip, servilerin gıcırtıları arasında, uzaktaki fabrikaların vinç ve kalafat sedalarını dinleyiniz. Sonra Boğaziçi tenezzühünü sakın ihmal etmeyiniz. Anadolu sahilini takiben gidip Rumeli kıyısı dönünüz ve yaprakları kızaran serin, hazin ve loş korularda dolaşabilmek için de behemehal bir zaman ayırınız." (Ay Peşinde, Refik Halit Karay)

Bolâhenk: Neşeli, hoş sohbet, konuşkan


"Tevfik Bey başını gökyüzüne doğru kaldırdı; sonra bahçeyi, kızarmış ağaçları, uzaklarda morlaşan ağaç kütüklerini ve dalları, son çimenleri seyretti. Bir arıyı gözüyle bahçe kapısına kadar takip etti. İhtiyar vücudundan garip ve üşümeli bir hayat sıcaklığı geçiyordu. "Ses kaldı mı dersin İhsan?" Aklı geçmiş mevsimlerde, kendisine Bolahenk Tevfik adını verdikleri zamanlardaydı." (Huzur, Ahmet Hamdi Tanpınar)

Efsunkâr: Büyülü, çarpıcı, karşı konulmaz şekilde çarpıcı


"Ne efsunkâr imişsin ah, ey didâr-ı hürriyet Esir-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esaretten" (Hürriyet Kasidesi, Namık Kemal)

Tufeylî : Başkasının sırtından geçinen, asalak


"Giren çıkan, çalan kaçan belli değil. Etrafında bir sürü tufeylî var ki, çocukların rivayetine göre, servetinin son parçalarını kemâl-i afiyetle yiyorlar." (Dudaktan Kalbe, Reşat Nuri Güntekin)

Perestiş: Tapınma veya taparcasına, delicesine sevme

"Görüyorsun ki burada her dakikamız elem, matem, ıstırap içinde geçiyor. Bir dakika kalbimiz rahat değil. Ufak bir gürültü bizi korkutuyor. Mesela seni işte o kadar severken, sana o kadar perestiş ederken dehşetle memnu dimağımda aşkım için müsterih bir yer kalmıyor. Dudaklarının lezzetini tamamıyla duymuyorum." (Bomba, Ömer Seyfettin)

 
Mültefit: Güler yüz gösteren, hoş davranan


"Deminki o nazik ve mültefit maskeler birdenbire düşmüş, yerini asıl yaratılışın iğrenç çizgileri almıştı. Şimdi artık dost ve ahbap yoktu, sadece zarara sokulmuş insanlar vardı, evvela ümitlerinde aldatmış, sonra da paralarını almış olduğum insanlar..." (Geçmiş Zaman Elbiseleri, Abdullah Efendinin Rüyaları, Ahmet Hamdi Tanpınar)

Behemehal: Kesin olarak, kesin bir biçimde


"Ertesi günü Eyüp'ü ziyaret ediniz, Haliç'e nazır mezarlıklar arasına çömelip, servilerin gıcırtıları arasında, uzaktaki fabrikaların vinç ve kalafat sedalarını dinleyiniz. Sonra Boğaziçi tenezzühünü sakın ihmal etmeyiniz. Anadolu sahilini takiben gidip Rumeli kıyısı dönünüz ve yaprakları kızaran serin, hazin ve loş korularda dolaşabilmek için de behemehal bir zaman ayırınız." (Ay Peşinde, Refik Halit Karay)


Bolâhenk: Neşeli, hoş sohbet, konuşkan


"Tevfik Bey başını gökyüzüne doğru kaldırdı; sonra bahçeyi, kızarmış ağaçları, uzaklarda morlaşan ağaç kütüklerini ve dalları, son çimenleri seyretti. Bir arıyı gözüyle bahçe kapısına kadar takip etti. İhtiyar vücudundan garip ve üşümeli bir hayat sıcaklığı geçiyordu. "Ses kaldı mı dersin İhsan?" Aklı geçmiş mevsimlerde, kendisine Bolahenk Tevfik adını verdikleri zamanlardaydı." (Huzur, Ahmet Hamdi Tanpınar)

Efsunkâr: Büyülü, çarpıcı, karşı konulmaz şekilde çarpıcı


"Ne efsunkâr imişsin ah, ey didâr-ı hürriyet Esir-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esaretten" (Hürriyet Kasidesi, Namık Kemal)


Tufeylî : Başkasının sırtından geçinen, asalak


"Giren çıkan, çalan kaçan belli değil. Etrafında bir sürü tufeylî var ki, çocukların rivayetine göre, servetinin son parçalarını kemâl-i afiyetle yiyorlar." (Dudaktan Kalbe, Reşat Nuri Güntekin)

Perestiş: Tapınma veya taparcasına, delicesine sevme


"Görüyorsun ki burada her dakikamız elem, matem, ıstırap içinde geçiyor. Bir dakika kalbimiz rahat değil. Ufak bir gürültü bizi korkutuyor. Mesela seni işte o kadar severken, sana o kadar perestiş ederken dehşetle memnu dimağımda aşkım için müsterih bir yer kalmıyor. Dudaklarının lezzetini tamamıyla duymuyorum." (Bomba, Ömer Seyfettin)


Mübrem: Çok gerekli olan


"Tütüncüye gazete ve Bafra borcu, gazinocuya iki üç bira, gazoz borcu, muhallebiciye on yedi lira kadar bir takıntım olsa. Geçen ay ödemediğime, bu ay da çok mübrem bir işe elli altı lira vermek zorunda bulunduğuma göre çarşıya inebilir miyim? İnemem değil mi? Evet bu hikaye böyle bitebilir. Gülen güler. Acıyan acır. "Amma da hikaye ha!" diyen der." (Çarşıya İnemem, Alemdağ'da Var Bir Yılan, Sait Faik Abasıyanık)

Hemdem: Canciğer arkadaş


"Bilmez şimdikiler "hemdem" nedir? Demi benimle bir olan kim kaldı ki zaten!" (Ece Temelkuran, Devir)

Hemdert: Dert ortağı


"Dinlesin, dinlemesin ha bire anlatıyordu. Dinleyenler Abdi Ağa'ya acıyorlar, İnce Memed'i lanetliyorlardı. Kaymakamı, karakol komutanı, jandarması, katibi, memuru, kasabalısı, köylüsü herkes Abdi Ağa ile hemdert... Abdi Ağa başından geçeni öyle ağlayarak anlatıyordu ki, acımamak elde değildi. Kadını karşısında kendini dinlemeye hazır görünce, içinden ılık ılık, sevince benzer, neşeye benzer bir rahatlık geçti.

Tumturaklı: Bir anlam bildirmeyen, ancak kulağa hoş gelen, gösterişli


"Zamanlar değişti ayrılık girdi araya hicrana düştük bugün ah nerde gençliğimiz sahilde savruluşları başıboş dalgaların yeri göğü çınlatan tumturaklı gazeller elde var hüzün" (Elveda hüzün, Atilla İlhan)

Bittabi: Doğal olarak, elbette, tabi şekilde


"Bir mesire yerinde ve bittabi eski zamanlarda, muhtelif milletlere mensup insanların koz helvacı, şerbetçi veya arabacı gibi esnafla olan pazarlık ve münakaşalarını anlatıyordu. Evvela Arnavutla işe başladı, gayet acemice bir taklit ile, mizah gazetelerinden kapma birkaç cümle söyledi, ondan sonra gelen tipler: Arap, Laz, Çerkez, Yahudi, Ermeni, Rum, Kürt, hepsi Arnavut'un ilk söylediği cümleyi, birbirlerinden daha acemice taklitler ile tekrar ettiler. Salondakilerin en basitinde ve en iyi niyetlisinde bile tahammül edecek hal kalmadı ve komik delikanlı alkışlar arasında battaniyelerin önünden çekildi." (İçimizdeki Şeytan, Sabahattin Ali)

Filhakika: Doğrusu, gerçekten


"Bu adam eski evlere, bazan da kızların kalbine musallat olan bir tayfa benziyor. Ondan kurtulmak için ona varmaktan başka çare yok. Tevfik'i düşünürse belki ondan kurtulur. Filhakika babasının Şam'daki hayatını tahayyüle başlayınca içine biraz sükunet geldi. Kalktı su istedi." (Sinekli Bakkal, Halide Edip Adıvar)

Zevç: Kadının nikahlandığı erkek, koca


"Bir kadının zevcini muhafaza etmesi için, evvela, onun her hareketine göz yumması lazımdır. İnsanların tabiatı malum. Yapma denilen şeyleri yaparlar. Eğer kocanızı kıskanırsanız, o sizi aldatmaktan daha fazla zevk duyar. İnanınız... Bu bir kaidedir. Yasak olan şeylere herkes rağbet eder. Ne yapsanız nafile. Kocanız başka bir kadını beğendi mi, onun arkasından koşacaktır." (Canan, Peyami Safa)

Merdümgiriz: Toplumdan kaçan, insanlar arasına karışmaktan çekinen


"Yalnızlığın şekilleri vardır: Kimsesiz bir yerde yalnızlık; sosyete ve kalabalık içinde yalnızlık... Yolculuk hayatımda bu şekillerin ikisine de çoktan beri alışmış olduğum için bana pek ağır basan tarafları yoktur. Hatta merdümgiriz zannedilmek tehlikesine rağmen bunları, beni pek alakadar etmeyen bir insanla konuşmak halinde tecelli eden üçüncü yalnızlık şekline tercih ettiğimi de söyleyebilirim." (Anadolu Notları I - II, Reşat Nuri Güntekin)


Lâl ü ebkem: Şaşa kalmış, sükuta mecbur olmuş, susmuş


"İki bin üç yılı Nisan ayının ilk gününde Konya toprağına ayak bastığımda, bir tel kopup da ahengin ebediyen kesilişinin üzerinden hayli zaman geçmişti. Bir haylidir dilim tutulmuş, lâl ü ebkem kesilmiştim. Bir yitiği, bana ait bir parçayı bulmak için yüz vurmuyordum eşiğine tapusuna, kaybetmeye alışalı çok zaman olmuştu. Ben sadece, bir şeyi tümüyle bırakıp da geriye dönmek için düşmüştüm kapısına." (Cümle Kapısı, Nazan Bekiroğlu)


Muhayyile: Hayal etme gücü


"Her İstanbullu az çok şairdir; çünkü irade ve zekasıyla yeni şekiller yaratmasa bile, büyüye çok benzeyen bir muhayyile oyunu içinde yaşar. Ve bu, tarihten gündelik hayata, aşktan sofraya kadar genişler." (Beş Şehir, Ahmet Hamdi Tanpınar)


Maatteessüf: Üzülerek söylüyorum, ne yazık ki


"Kayın pederiniz nasıl?" diye sorduğu vakit o epeyce gülmüş. "Maatteessüf, hala ölmedi biçare adam, bir türlü Azrail bile alıp götürmek istemiyor" demişti." (Masum Katiller (Hikayeler), Yakup Kadri Karaosmanoğlu)


Hasbıhal: Söyleşi, sohbet


"Hasbıhal ediyoruz ya; size garip bir vak'a nakledeyim... Devri Hamidî'de en kuvvetli takım, Fehim Paşa çetesiydi. Bir gece çetenin kabadayılarından birinin canı dayak istemiş. Gelmiş, birisine çatmış. Adamcağız hasbinallah okuyarak gazinodan kalkmış, bir başkasına girmiş, oturmuş." (Eski Palavracı Kabadayılar, Dünkü Mizahımızdan Yazı ve Çizgiler), Ahmet Rasim)

Mütemadiyen: Hiç ara vermeksizin, sürekli


"İşte Şadiye Hanım şimdi böyle bir adama tutulmuştu. Bonmarşe de, lavanta camekanın önünde bir şunu bunu almakla meşgulken yanımızdan geçti. Küçük Hanım zaten, daha evvelden, bir başkalaşmıştı. Kabına sığmıyor, sağa sola mütemadiyen dönüp kıvrılarak lüzumsuz bir telaş, sabırsız bir helecan gösteriyordu." (İstanbul'un İç Yüzü, Refik Halit Karay)

Serencam: Bir olayın işin sonu, baştan geçen bir olay


"Şair bu şiirinde bir kurt avındaki serencamını anlatır: Şair, dostları bir çok asilzadelerle dağlarda kurt avına çıkar. Vakur gece, ıssız bir ay aydınlığı var. Alevlenmiş gibi yanan ayın üzerinden bulutlar geçiyor. Siyah ormanlar ufuklara kadar dayanıyor. Tabiatın böyle tenha bir saatinde avcılar birbiri ardından tüfekleri tetikte, yürüyorlar." (Eğil Dağlar, Yahya Kemal Beyatlı)

Deruni: İçle ilgili olan, içten


"Bu hülyadan sonra kafamda, ordumuzu ötesinde berisinde serviler ve çamlar görünen engin bir meşe ormanı halinde görüyordum. Gölgeleri ezeli, gövdeleri namağlup, dalları hülyayla çok ciddi ve deruni bir ıstırapla dolu bir ormanı. Koca dünya bunu mütemadiyen biçiyor; büyük ağaçlarını yere seriyor: Fakat yere dökülen tohumlardan daha zengin genç bir orman fışkırıyor." (Ateşten Gömlek, Halide Edip Adıvar)

Yeis: Umutsuzluktan doğan karamsarlık, umutsuzluk


"Sait Faik'in Yeis'i hani o akşamüstüleri çöken, kıpırdamıyor. Ama burada o yeisi ne yapayım. Anadolu içlerinde bir otobüs yolculuğunda olsaydım, akşamüstü bu yeisi içime çekerdim. Ya da hiç değilse İstanbul'da. Çıkar birkaç dost görürdüm. Çiçek Pasajı'na uğrardım. Burada o yeisi ne yapayım." (Şiirin Kanadında Mektuplar 1970-1995, Ataol Behramoğlu, Metin Demirtaş)

Daüssıla: Yurt Özlemi


"Pekin'i, Tokyo'yu, Benares ve Semerkand'ı da gören bu adamlar, oralardan ayrıldıktan sonra mabetleri, kuleleri, Asyaî ıtırları, incileri ve ilâhî raksları unuttular, fakat hayatlarının sonuna kadar daüssılasını çektikleri yegâne memleket, bu minare ve gurup memleketi olmuştur. Onun için biz onları bizlerden biliriz." (İstanbul Hakkında Bir Ecnebi ile Muhavere, Ahmet Haşim'in Tarık Gazetesinde yayımlanan denemesi)

Bigâne: İlgisiz, kayıtsız


"Bazen kader, gelen bora halinde zorludur; Dağlar nasıl bakarsa siyah ufka öyle bak. Bazan da çevreden nice bir adem oğludur, Görmek değil düşünmeğe bigâne kal! Bırak!" (Rindlerin Hayatı,Yahya Kemal Beyatlı)


KAYNAK: CNNTÜRK